Dur Bir Anlatayım

Fotoğraf Hikayeleri/1/

Mutfak fotoğrafları bana ait değil. İnternet üzerinde sevdiğim karelerdi. Sürahi ve elmalar ise benim sofram.

Fotoğraflar okudukça kendi başına bir hikaye sanki.

Zeynep -istanbul

Yol hikayelerini kim bilir?

Her şeyi anlamdıran bir pencere olabilir mi?

Dünya bir tezgah olmalı. Tüm eşyalar neyin yanında duruyorsa onun hikayesini tamamlarcasına bir uzun hikaye söyler adeta.

Yoldan geçiyorum ve renklere takılıyorum. Eflatun bir esvabın evrakı metrukesinde yazıyor sokağın ismi neydi, saat kaçtı, günlerden ne ve kırmızı araba ile kırmızı papuçlar arasında nasıl bir bağ var?

Her şeyi anlamlandıran bir pencere olabilir mi?

Zeynep/23.Mayıs.2024/ İstanbul 

-Fotoğraflar Kasımpaşa Cuma Pazarı sokaklarından-

Hasköy yürümesi

Dün akşam Hasköy Parkı karşısında ara sokaklardan dalıp çarşısında dolaşıyorum.

Pek çok veteriner var yolumun üzerinde. Birine kedimin matlaşan tüyleri için çözüm soruyorum. Haftaya çok etkili bir tarak geleceğinden bahsediyor. Tarağın ismi Furminatör. Topaklanma olan kısımları kesebiliyormuş tarama esnasında. Bu bilgiyi aldıktan sonra karşıma çıkan bu dükkan ise beni epeyce gülümsetti. Kaç kedi içeride, kaçı dışarda sayamadım. Bu semt keyifli dedim içimden.

Yukarıya doğru çıktıkça eski binalara rastladım.

Duvarın arkasında mı acaba bedel yoksa incir ağacında mı? Dünya bir rastgelişler alemi olmalı.

Belki de her şey çok basittir. Karmaşık gibi görünen aslında çok sade olabilir. Logar kapağı, aralık pencere, çizgili havlu,bükülü kablolar arasında hikaye var. Sanırım bunu her göz kendi cümleleri ile okur.

Yokuşa gün ışığı yansıdığında bisikletli çocuk arkadaşının yanında durdu. Bir diğeri yukarı doğru koştu. Işığın yansımaları arasında onlar konuşurken tuhaf bir güven duygusu sardı içimi.

O kadar çok olumsuzluk varken, zülüm ve kötülük kol gezerken halbuki neye güvenebilir ki insan?

Tohum kök salacağı toprağı sezer ve kendini teslim eder. Bir ağaç olana değin köklerin içerideki yürüyüşü durmaz.

Çocuklar hala sokaklarda yürüyorsa o şehirde umut vardır. O umudu bulup, onu yaşatmaktır yapabileceğimiz tek şey.

Zeynep/Eylül -20/2023

Mesele

Bir yolda rotasını kendi belirler insan. İhtimaller üzerine düşünürken tüm şehirlerin kendini dayattığı haritaları gözümde canlandırıyorum.

Doğanın en büyük dayatması dağlar ve okyanus olmalı. Ki onlar dahi insan adımları ile bir dayatma olmaktan çıktı.

Oysa beton blokların adımlananilirliği yok.

İnsan kendi canını sıkmak konusunda çok becerikli.

Mesele trafik.

Sabah; tam penceremin altında iki motosiklet sürücüsü ve bir özel araç çarpıştı. Kaza deyip geçmek durumu kabullenmeye sebep oluyor. Bir isim vermek kabullenmedir bir anlamda.

Tüm şehirler sıkıldıkça patlayan diş macunu tüpü.

Nasıl yapmalı ve o tüpün içinde olmamalı?

Zeynep/ Eylül -19/İstanbul

Duraklar

İnsanın duraksadığı anlar oluyor. Bu anlar bazen senelerce sürebiliyor.

Sirkeci Marmaray metrosunda duvar mozağine bakarken durakların isimlerini düşünüyorum.

Belki de hepimiz bir tren vagonu olabiliriz. Yaşadığımız olayları ve duraksadığımız anları düşündükçe acaba duraklarımızı farkedebilir miyiz?

Hayat üç boyutlu bir duvar mozaiği de olabilir pekala.

Zeynep/ 2023/ Eylül -16

Arabayı kim sürüyor?

Sanki her şey daha iyi olacak, sanki her şeyin daha iyi olma ihtimali varmış gibi bir başka olasılıktan bahsederdik, bahsederiz, sonra hiç bir şey olmaz. Bunu tünel duvarındaki çelik halatlara yansıyan ışıkları gördüğümde düşündüm. Taksinin içindeydim. 

Çünkü sabahları gelip geçenlerin görmezden geldiği, köpeklerin dahi durup işemediği, sadece şehir tozu ve beton çamuru bulanmış duvar ve çelik halatların olduğu on metrelik bir yol enstrümanıydı o geçit. 

Yol enstrümanlarının en fiyakalısı köprü mesela, manzarası var bir kere. İntiharları ile çekinilen bir gizemi de hatta. 

Şehir sokaklarını dolanan yollar içinde otobüs durakları ise sessiz tanıkları yolculukların. Bir otobüs durağında gazete okuyabilirsin mesela, arkadaşınla buluşursun. Sonra yokuşlar, yol enstrümanlarının en kendini hissettireni. Yokuş yorar, tık nefes bırakır adamı, arada durup dinlenirken bir cumbalı pencereyi farkedebilirsin, belki erguvanlı bir sokağı, ciğerlerinin nefesini zorlayan yangısını ya da.

geceydi oysa, duvardaki çelik halatlara yansıyan ışıkları gördüğümde düşündüm;

Sanki bir kaç saniyeliğine şuraya yansıyan ışığın anlamı tüm anlamsızlıklara dur demiş, sanki her şeyin daha iyi olacakmış.

Bir taksinin arka koltuğunda oturup yolun pencereye yansıyanlarını toplamaya başlayalı beri kaç yıl oldu anımsamıyorum. 

Bütün araçlar benim için “taxi” bütün şoförler “taxi driver”. 

Balkabağı ve farenin az modern versiyonu. Sihir denen şeye hala inanıyorum. Bir Peri’ye hiç rastlamadım elimdeki tükenmez kalemi sihirli değnek zannediyorum. 

Uzak şehirlere gidiyorum zaman zaman. Dilini bilmideğim bir lisanda insana dair keşfedebileceğim bir küçük umut gözlerimin aradığı.

İnsan gözlediği yaşama biçimlerine alışır. 

Zeynep Yıldırım/İstanbul

İç mekandan dış mekana/ KABATAŞ’IN YÜRÜYEN GÖLGELERİ

Olanlar hakkında düşüyorum. Sessizce söyleşen fotoğraf adında değerli bir dostum var.

Yürüyorum, fotoğraf ses çıkarmadan sözcükler bırakıyor gözlerime. Şehirlerin sokakları büyük bir evin koridorları gibi.

Bir evin içinde hareket etmekle bir şehrin içinde hareket etmek arasında benzerlikler var aslında. Oysa evde yürürken amaçsız yürümeyiz. evde amaçsız neden yürümez insan, bu belki de mesafeler kısa olduğu için olabilir. Şehirde ise amaçsız yürüyebilir insan ve bir şeyleri keşfedebilir, keşfetmenin doğasında insanın kendini tanıması kendisiyle baş başa olması da var. Her eşyadan ve her mekandan insanın doğasına has kişisel farklılıklar içeren notlar keşfedilebilir. Ve bu her insanın hikayesini kendisine has kılan müthiş bir çeşitlilik.

Dışarısı ve içerisi harici bir mekan biliyor musunuz? Yok başka bir mekan. Her yer ya içerisi ya dışarısı.

Bütün yolculuk bu iki düzlem arasında.

İnsan hikayeler anlatır. En sevdiğim özelliği bu. İnsan hikayeler anlatabilir.Hikayelerin uyanmasına her zamankinden çok ihtiyaç var.

Bunun için yola çıkmak lazımdı. İçerideki kaseden bir yudum içip yola çıktım.

Birinci Hikaye: KABATAŞ’IN YÜRÜYEN GÖLGELERİ

Çocuk bir köşeden yürüyüp giden kalabalık gölgeli bedenleri izledi büzüştüğü tahta iskemlede. Camlar rüzgarla bir iki titreşip tahta pervaza “şu çocuk iki gündür dönüp dolaşıp aynı iskemlede oturuyor” dedi. Cam ve tahta pervazın en sevdiği şey akşama kadar gelip geçen insanlar hakkında konuşmak, iskelede çalışan görevlileri çekiştirmekti. “Yanında kimse yok. Belki de yakın bir yerlerde oturuyordur” dedi tahta pervaz. Haklıydı. İskelenin az ötesindeki büfeyi işleten babasının yanından zaman zaman parka gitmek için izin alıyor ancak gidip salıncakla sallanacağına gelip bekleme salonunda oturup etrafı izliyordu. Onu tanıyan görevliler ise sessizce çocuğun bu küçük eğlencesine göz yumuyorlardı. Çocuk oturduğu iskemleden kalkıp kare kare küçük bölmeleri olan camın önüne geldi. Patmağının ucu ile cama “gölgeler nereye gidiyor bilemiyorum. Sen görebiliyorsan bana anlatabilirsin. Bunun için buraya geliyorum. Gölgeler nereye gidiyor?” yazdı. Her bir kelimeyi yavaş yavaş ve oldukça okunaklı biçimde. Pervaz “o bizim sesimizi duyuyor” dedi ahşap damarlarını gerip. Cam ise bir soruyu kendi kendine tekrarlayıp durdu. “Gölgeler nereye gidiyor? Gölgeler nereye gidiyor?..”Her şey böyle başladı…/Nisan ayının 30.günü / Zeynep

Kim Bilebilir ki, Kuşlar Neden Uçarlar

yaz bitti.
balkonda yuva yapmış kumruların yavruları tüneklerinde uçmaya bir kaç gün kala maalesef öldü.
onları site bahçesine gömdüm.
pencereleri kapattık.
sabah annesinin ağzından beslenen bir avuç büyüklüğündeki hayatın bir kaç saat sonra bir ağacın dibinde hareketsiz yatıyor oluşu ne kadar da özet bir gerçeklik.
doğal seleksiyon.
buna saygı göstermek gerektiğine inanırım.
bu sebeple toprağa teşekkür ettim.

ardından balkonu temizledim ve pencereleri kapattım.

pencereyi kapatmak steril bir alan sağlar.
bir anda izole olup kabuğunla kendin aranda oluşan mesafede yaşamaya başlarsın.
uzun zamandır yazı yazmaktan her hangi bir şey kurgulamaktan çekimseyerek yaşıyorum kendimi.
uzun zamandır sanatsal devinimlerin samimiyetsiz bir üretme ve tüketme çılgınlığı ile pompalandığı hissi ile bunalıyorum.
hayır bir alternatif sunulabilecek zamanlar değil ancak alternatif olunabilecek tek şeyin samimiyet olması isteği beliriyor.
yazınsal çabalar ve üretim alanları nispeten daha steril aslında. bir yazar ve yazısı ile arasındaki mesafe Ekim ayında pencereleri kapanmış balkonlı evin adım sayısı kadar.

her Ekim ayının sonu Kasım başında Meksika’da “La Muerta Day” kutlanıyor.
festival ve bayamların kutlama, kutsanma, ululama halleri ile la Muerta/Ölüm biraz tezat gibi görünüyor ilk bakışta. Tarot kartları içinde “ölüm” kartı da öyledir; bir atın üzerine oturmuş iskelet bir köye doğru atını sürmektedir. kartın anlamı eskinin kabuğunu atıp/soyup/sıyırıp hayatın yenilenmesidir, bunun gerçekleşmesi için bazı alışkanlıklar değişecek, kanıksanmış şeyler belki değişecektir.

la Muerta Day gününde insanlar yüzlerini kurukafa resimleri ile boyarlar ya da kurukafa maskeleri takarlar. ancak bunların hiç biri korkutucu tasvirlerde değil aksine çiçeklerle kurdelelerle bezenmiş neşeli bir ölüm kutsanmasıdır.
bir anlamda eski olana; sana teşekkür ederim artık gitme zamanın geldi. yeni olana ise; hoş geldin seni selamlıyorum. demek gibi de.

insanın yüzü ile iskeleti arasındaki mesafede kaç mevsim vardır? iskeletlerin kurukafalarının birbirinden ayırımı olmamasına karşın kurukafanın giyindiği yüzler kişiye özeldir. hiç bir yüz tekrarlanamaz mühür gibidir.
ancak, esasen yüzümüz kuru kafanın maskesidir de denilebilir ya da denilebilir mi?

“tüm yaratıcı davranışlar her şeyden önce yokedici davranışlardır.” demiş Picasso.

sanatçının Afrika dönemi primitif sanat ile kurmaya çalıştığı bağ dönemde Afrika Maskları yaratıcılığını oldukça etkilemiş. ve bu resimlerine de yansımış. öze inme, biçimin/anlamın alt yapısını keşfetme arzusu da denilebilirdi bu yalınlaşma çabasına.

popüler dünyanın kült film karekterinden “maske” meselesine dair replikleri anımsayalım mı.

V for Vandetta; “bu maskenin altında etten fazlası var,bu maskenin altında bir fikir var.” der.

“kötülük bir çok maske giyebilir ama hiçbiri
iyilik maskesi kadar tehlikeli değildir.” diyerek ekler Hayalet Süvari


“gözlerin seni yanıltabilir onlara güvenme” diye ekler,
Obi Van Kenobi

sinema sanatının müthiş yönetmenlerinden Bergman’ın başyapıtıyla aynı ismi taşıyan Persona kavramı, Carl Gustav Jung’un en temel teorilerinden olup; ” dünyaya gösterdiğimiz dış yüzler, başkalarının görmesine izin verdiğimiz kendimizin parçası personamızdır” diyerek ifade eder.

“Böyle olmak zorundamıydı, yalan söylememek, gerçeği söylemek. dürüst davranmak gerçekten bu kadar önemli mi?
insan aklına geldiği gibi konuşmadan yaşayabilir mi?
Yalan söyleyip kıvırmadan, bahane bulmadan, insanın kendini biraz bırakması, boşvermesi, yalancı olması daha iyi değil mi?” diyor
Persona filmi, (İngmar Bergman)

Bergman sinemasını/sanatını filmlerinde yüzler
üzerine kurar adeta birer tiyatro sahnesi gibi.

bu aralar yürüyorum bazen. Haliç kıyısında oturuyorum. Sütlüce’ den Kasımpaşa’ ya doğru kıvrılırken Zincirlikuyu mezarlığının yanından geçiyorum sık sık önce bir dua sonra bir şarkı mırıldanıyorum, eski bir şarkı.

Yaredir sinede eski sevgili
Eski sevgili eski günler
Hayata baksana takmıyor kimseyi
Hiçbir şey diriltmez artık geçmişi
Yaredir yine de
Yaktım gemilerimi
Dönüş yok artık geri
Tak etti canıma bu maskeli balo
Bu maskeli balo
Ve onun sahte yüzleri
Yaredir sinede eski sevgili
Ne yapsan kolay unutulmaz
Ağlama geçmişe yaşadık bitti
Anılar bizi yalnız bırakmaz
Yalnızız yine de

yaprakları, kuru dalları, toprağı kazan küçük kıpırtı böceklerine selam veriyorum. hayat ölümle her gün dans eder, biz şarkılarını çoğunlukla işitmeyiz, hayat ölüm kadar samimi aslında yüzümüzün içinde sakladığımızla sohbet etmeyi ihmal etmezsek.


Zeynep Yıldırım/İstanbul

Cibali’den İndim Tramvaydan


Yürümek her zaman iyi gelir. Cibali’de indim tramvaydan. Uzun zamandır dışarı daha az çıkıyordum. Oysa yürüyüşleri özlemişim. Duraktan karşıya geçip eski binaların arasındaki sokağa saptım. Cadde mi sokak mı yürüyüş için iyidir diye sorulsa, illa ki sokak derim.



İlk dikkatimi çeken bina bu türbeydi. Penceredeki yansımalara bakar mısınız? Semtler binaları, insanları ve ışığı ile izler bırakıp, kelimeler söyler. Cibali beni eşiğinde iyi bir ev sahibi gibi karşılayıp merhaba dedi adeta.

Istanbul kendi tarihi içinde bu yolları, bu semti ne hikayelerle bezedi bunu kitaplardan tarafsız okumak mümkün değil. Ben bilmekten ziyade duyumsadıklarıma güveniyorum. Dikkatimi çeken bu bölgede eski ahşap evlerin çokluğu. İstanbul’un bu denli tarihi dokusunun değiştiği bir zamanda bu denli ayakta kalmalarının sebebi tarihi eser kapsamına girmeleri sanırım.

Girdiğim ilk sokağın köşesinde iki adam bir arabaya yük taşıyorlardı. Onlar iş yaparken ben duvarın fotoğraflarını çektim. Sonra yolun karşısında ” Umut Ev Yemekleri” lokantasına rastladım. Çok güzel, sevimli bir binaydı. Yavaşça yanına yaklaştım. Ancak penceresinden baktığımda dükkanın kapalı olduğunu farkettim. Umut içine kapanmıştı Cibali’de.

Bu okuduğum ikinci cümle oldu

Soldaki yola sapıp yürümeyi sürdürdüm. 


Soldaki yoldan yürürken beni bir süpriz bekliyordu. Çünkü yol “Yazar Orhan Kemal Sokağı”na ve Orhan Kemal’in hayatının bir dönemini geçirdiği evine çıkarmıştı. Geçenlerde sosyal mecralarda evin bakımsızlığı ve kaderine terk edilişi hakkında yazılar okumuştuk. Oysa evin bakımı yapılmış,dış duvarına da bir tabela asılmış. Muhtemelen şu an Orhan Kemal ailesi dışından birileri ikamet ediyordur. Ben evin yıkılmadan duruşuna sevindim en çok.

Eskiden 20 numaraymış Orhan Bey’in evi


Evin arkasındaki bahçelik alanı geçip semti yürümeye devam ettim. Ahşap evler ufak tefek dükkanlarla şenlenmeye başladı sokakta. “Civelek Kundura Tamircisi” fotoğrafını çekerken bir şeyler söyledi içerden, ben de selam edip izin aldım ve teşekkür ettim. Ancak dükkanın adı pek hoşuma gitti doğrusu. Buradan yürüyüp Kırmızı Okul’un oraya gideceğim.


Fener Rum Lisesi, Kırmızı Okul olarak söylenir taşlarından ötürü. Haliç’te oldukça büyük bir binadır. Sütlüce kıyısından bakıldığında hemen seçilir. Bugün okul binasının çevresi oldukça kalabalıktı. Yerli ve yabancı turistler sokaklarda sürekli fotoğraf çekiyorlardı. Okulun yanındaki dar yokuştan yukarıya çıktım. Birkaç fotoğraf çekip mahalleyi arkadan yürüyerek geçmeyi tasarladım


Yürüdüğüm yol beni küçük dükkanların arasında yeni bir çarşıya getirdi. Dar bir sokakta adamlar dükkanın önünde çay içiyorlardı. Bayraklar, Atatürk resmi ve ampüllerle ışıklandırılmış bu sokak pek hareketliydi. Bir iki adım ötemdeki “Sümer Yerli Mallar” mağazası birden dikkatimi çekti. Dükkana girip sahipleri ile biraz söyleştim. Onlarla Siirt battaniyesi üzerine biraz konuştuk. Dükkan sahibinin kızı olduğunu düşündüğüm orta yaşlı bir hanım kendisinde bu battaniyeden bir tane olduğunu ancak artık piyasada bu doğal battaniyelerin hiç satılmadığından bahsetti. Sokaklar Bir hayli karabalıktı. Herkes fotoğraf çekmeye, değişik pozlar vermeye gayret ediyordu. Bir an bu binalar için üzüldüm. Çünkü binalar, mekan aslında bir dekor vazifesi görüyordu. Bu bana mekana yapılan bir haksızlık gibi göründü. Yaşanmak için değil, gösterilmek için varolmak üzebilirdi bir binayı canı olmasa da. Kalabalıktan mümkün olduğu kadar uzak durmaya gayret ettim. Zira ben binalarla iletişim kurmaya onların hikayesini anlamaya onların hikayesine özen göstermeye dikkat ediyordum. Bu anlamda aslında en iyi sohbet edilebilecek ve semt hikayelerini öğrenebileceğimiz insanlar belki de eski esnaflar.


Kalabalıktan uzaklaştıkça daha sakin bir yola girdim artık insanlar görünmüyordu. Pencerelerin perdeleri çekilmiş sokaklarda kimsecikler yoktu. Bir tezgah gördüm. Çukur dizisinin tişörtleri, tesbih ve yüzükleri seriliydi. Tezgahın sahibi kadın satışların fena olmadığını ama sokaklarının o turistik kalabalığının bu civara daha az geldiğini söyledi. Gülümsedim. Hayırlı işler dileyip uzaklaşırken köşede çok eskiden tanıdığım bir beyaz bir Anadol araba adeta bir Türk filminden fırlamış gibi bana bakıyordu. Tramvaya binmek üzere Eyüp’e yürümeye karar vermiştim. Sahile inmek üzere yokuş aşağı inerken hayatın bir film seti ile olan benzerliğini ve rollerimizi düşünüyordum.

Zeynep Yıldırım/ İstanbul, Kasım 2021


Seyyar Salıncakçı


Bir akşam üstü güneş eğilip ikindi vakti olduğunda üç üveyik beş eşiğe on tohum bırakmış. Yaşlı Seyyar Salıncakçı tüm sokakları dolanıp çocuklukları toplamış o gün. Birisi neşesini vermiş. Birisi soru sormak isteğini. Birisi yediği tüm dondurma lekelerinin anısını vermiş. Salıncak demirleri salıncakçının nasırlı avuçlarında dönüp durmuş şıngır şıngır. Üç mahalle, iki şehir, bir kıta on mevsim gezmiş. Çocuklukları salıncakçının zincirlerinde dönüp duran çocuklar çabucak büyümüş. Üzüntülü ve kızgınlıklı huyları olmuş. Kapı eşiklerine düşen tohumlar ise rüzgarla savrulup on büyük çınar olmuş şehir kapılarında. Oysa, kim istemezdi ki Seyyar Bir Salıncakla dünyanın sokaklarında salına salına toparlanmayı, dünyanın tüm çocuklarını el ele kavuşturmayı.



Bir çocuğa rastlarsanız eğer ona Seyyar Salıncakçıyı ve el ele tutuşan çoçukların nerede olduğunu sorabilirsiniz. Gözlerinin içine bakmaya cesaret ederseniz size ayna olup hikayenin tamamını anlatacaktır.

Zeynep Yıldırım/ İstanbul-10 Nisan 2021

WordPress.com'da Blog Oluşturun.

Yukarı ↑

WordPress.com ile böyle bir site tasarlayın
Başlayın